Güzel bir kalem arzu nesnesidir

Eğer yazı yazmayı seviyorsanız, ama gerçekten seviyorsanız, yazı yazmanın en keyifli en güzel ve tartışmasız en şık yolu bir dolmakalemle yazmaktır.

En azından benim için öyledir.

Biraz eski kafalı olduğum için olsa gerek, hâlâ mektup da yazarım.

Her ne kadar e-mail denilen icat artık hayatımızın vazgeçilmez bir parçası ve çok pratik bir unsuru haline geldiyse de, ben hâlâ kaliteli bir kâğıdın üzerine, bir dolmakalemle yazılmış mektupların da adamıyım.

Kimi zaman dostlarıma bir not bir bilgi iletmek için, bazen sevdiklerime onları hatırladığımı göstermek veya duygularımı ifade etmek için, zaman zaman da birilerine yanıt vermek için hâlâ mektuplaşmayı tercih edenlerdenim.

Gençler için belki garip olabilir ama bizim çocukluğumuzda, gençliğimizde yazı yazmak, güzel yazı yazmak önemli bir işti.

Duygularımızı emojilerle değil, kelimelerle ifade etmenin de yegane yoluydu.
Daktilo vardı belki ama çok da kullanışlı bir şey değildi doğrusu. Kişisel bilgisayarlar henüz icat olmamış, icat olanı da evlerimize hatta avucumuza girecek kadar küçülmemişti.

Printer pek az bulunan bir şeydi. Birkaç devlet dairesinde, birkaç üniversitede sanki uzay mekiğiymiş gibi korunurdu.

Bu yüzden de yazı yazmak, el yazısı ile yazmaktı.

E-posta denen şey akla bile gelmediği için, posta demek elle yazılan mektupların posta yoluyla yollanması anlamına geliyordu.

Yazı yazmanın en temel şartı da güzel bir kaleme sahip olmaktı. Çünkü iyi olmayan bir kalemle iyi yazı yazmak, güzel yazı yazmak neredeyse imkânsızdı.

7-8 yaşlarında ilk güzel dolmakalemim bir Sheaffer, babam tarafından karne hediyesi olarak verildiğinde ne çok sevinmiştim!

Galatasaray Lisesi’ni kazandığım zaman dedemin “Kalem budur ve artık hak ettin” diye verdiği Montblanc’ı ise uzun zaman kullanmaya kıyamamıştım. Kalem sevdam da böyle başlamıştı muhtemelen.

Her ne kadar gelişen teknolojiyle birlikte güzel yazmak ve güzel kalemler yavaş yavaş hayatımızdan çıktıysa da, herhalde en son temsilcileri olduğumuz bizim nesilde hâlâ kalem merakı sürer. Ve artık bizim gibiler için kalem bir güzel yazı yazma aracı olmaktan çıkıp bir arzu nesnesi haline gelmiştir.

AVRUPA’NIN KARLI ZİRVESİ

Klasikleşmiş kalemlerin muhtemelen en klasiği. 1906’dan bu yana dolmakalem üretiyor ve adını Avrupa’nın en yüksek zirvesinden alıyor: Mont Blanc

Kapaklarının tepesinde de Montblanc’ın zirvesini stilize eden bir beyaz karlı tepe var.

Ama arzu nesnesi deyince akla ilk gelen kalem Montblanc’ın “limited edition” olarak ürettiği seriler “en fazla arzulananlar” olacaktır.

Montblanc, bugün her biri koleksiyonerlerin elinde bulunan ve meraklıların peşinde koştuğu bu serileri üretmeye 1992 yılında başladı.

Benim için bu serilerin en iyileri “Writers” yani “Yazarlar” ve “Patron of the Arts” yani “Sanat Hamileri” serileridir.

2010’DA MARK TWAIN İLE SON BULDU
Montblanc’ın Yazarlar serisinin ilk kalemi, 1992’de çıkardığı Ernest Hemingway’dir. Kavuniçi laque de chine gövdeli bu muazzam kalem, bugün bu serinin en beğenilen ve en zor bulunan parçalarından biridir.

Hemen ertesi yıl Agatha Christie gelmiş, bir yıl sonraysa Oscar Wilde’ın adını taşıyan kalem piyasaya çıkmıştı. Ardından serinin yine en güzellerinden biri olan Voltaire 1995 yılında, Alexandre Dumas ise 1996 yılında kalem meraklılarının beğenisine sunulmuştu.

Ardından 97’de Fiyodr Dostoyevski, 98’de Edgar Allen Poe satışa sunuldu.

1999 yılındaysa bence serinin bana göre en güzel ve en kullanışlı kalemi olan Marcel Proust çıktı.
Yeni milenyuma girilirken Friedrich Schiller geldi. Onu Charles Dickens ve ardından F. Scott Fitzgerald takip etti. 2003’te de görsel açıdan serinin en şık kalemi olduğu bence tartışmasız olan Jules Verne piyasaya sürüldü.

2004 yılında Franz Kafka, 2005’te Miguel Cervantes, 2006 yılında Virginia Woolf, bir yıl sonra William Faulkner, 2008’deyse George Bernard Shaw bu muhteşem serideki yerlerini aldılar. 2009’da Thomas Mann’la devam eden seri 2010 yılında Mark Twain ile son buldu.

AÇIK ARTIRMALARDA İNANILMAZ FİYATLARA ULAŞABİLİYORLAR

İşin aslına bakarsanız, tüm bu kalemler görsel açıdan mükemmel olmakla beraber, yazı yazmak için hiç de uygun değillerdi. Görselliğe ve estetiğe verilen önem fazla olunca, kalemlerin ergonomisinden ve ağırlık dengesinden biraz feragat edilmişti. Bazılarındaysa yine estetik kaygılarla yapılan değişikliklerden ötürü ciddi kullanım sorunları vardı.

Ancak Montblanc, kalemlerine sonuna kadar sahip çıkıyor ve her türlü arızada bu değerli kalemleri hemen onarıyor veya yenisiyle değiştirerek kalemseverlerin mağduriyetini önlüyordu.

Bu kalemlerin her birinden farklı sayılarda üretildiği için, bugün bazıları satın alındıkları günün fiyatlarının onlarca kat üzerinde fiyatlarla alıcı bulabiliyor, açık artırmalarda inanılmaz fiyatlara ulaşabiliyorlar. Avrupa’nın önemli kentlerindeki kalem satan şık mağazalar, bu kalemlerden ellerine geçeni hatırlı müşterileri için ayırıyor. Bu kalemlerde beni üzen şeyse, bu yazarların pek çoğundan tek satır dahi okumamış, hatta bazılarının adını bile duymamış kişilerin, bu muhteşem kalemlere sahip olabiliyor olması…

Muses Editon’da Miles Davis ve Da Vinci şahane.

Bunların yanı sıra Great Characters, Donation, Artisan, Heritage ve Sign and Symbols serileri de var.

Ancak görsel olarak muhteşem olan bu kalemler, işlevsel olarak pek iyi değil.

SHEAFFER

Bir diğer iyi kalem ise tartışmasız Benim en favori kalemlerim arasında ikinci sırada yer alan marka, 1912 yılından bu yana dolmakalem üretiyor. Çocukluğumdan kalan Sheaffer’ların  hâlâ sapasağlam, hâlâ çok iyi çalışıyor dersem şaşırabilirsiniz ama sonradan edindiğim bazıları 1920’lı, 30’lu yıllardan kalma Schafearler da gayet mükemmel durumda.

Sheaffer’in sunduğu seçenekler de neredeyse yüzlerce. Teknik olarak birbirine çok benzeyen kalemler üreten Sheaffer’in sağlamlık olarak da en iyi kalem olduğunu iddia edebilirim. Saydığım ve sayacağım kalemler arasında fiyat kalite orantısında muhtemelen en iyisidir Sheaffer.

DUPONT

Dupont 1800’lerin sonunda kurulmuş bir marka ama ne zamandan beri kalem üretiyor emin olun bilmiyorum. Bildiğim ise bana göre yazması en rahat ve keyifli kalemleri Dupont üretiyor.

Sadece dolmakalem üretiminde uzmanlaşmış bir marka olmamasına rağmen, benim en rahat ve en keyifli kullandığım kalem Dupont.

Kimisi şık ama sade, kimisi ise hayli süslü  kalemleri de var Dupont’un.

Hem ince hem orta uçları çok başarılı.

Bir süredir ürettiği paladium uçlar çok çok iyi. Kâğıdın üzerinde yağ gibi kayıyor.

MONTEGRAPPA

İtalyan kalem üreticisi de aynen Sheaffer gibi 1912’den bu yana dolmakalem üretiyor. Kimisi fazla abartılı kimisi makul değişik tiplerde kalemler üreten markanın başlıca 4 serisi var. Biri standart diyebileceğimiz harcıâlem kalemleri ki, bence en iyileri onlar. Bunlar arasında benim tercihim Ducale Murano.

Özel ve sınırlı üretim serileri de var. Burada Montblanc’la yarışıyor. Ancak skalası Montblanc kadar zengin değil. Şampiyonlar Ligi serisi ise bana göre markanın değerini düşüren bir ürün oldu ve o günden bu yana Montegrappa’dan soğudum.

Montegrappa’nın en benzersiz olduğu ise kişiye özel üretimi. Çok farklı materyallerden, çok değişik renklerde elinize uygun kalemler yapıyorlar ve üzerine değer verdiğiniz bir şeyin görüntüsünü kazıyabiliyorlar. Aklınıza ne gelirse… Çocuklarınızın, eşinizin, otomobilinizin, köpeğinizin…

MÜREKKEP, KALEME UYGUN OLMALI 

Dolmakalemlerin en önemli unsuru elbette ki mürekkep. Mürekkebiniz kaleminize uygun olmalı. Mesela kimi kalemler su bazlı mürekkepleri daha çok seviyor.

En iyi mürekkepleri bana göre Japonlar üretiyor.

Benim favorim özellikle siyahta Platinum’un Carbon İnk mürekkepleri. Bir diğer iyi mürekkep Pilot İroshizuku. Genelde kullandığım bordo mürekkeplerde Pelikan’ın çok iyi olduğunu söylemem lazım.

Montblanc’ın da bordosu iyi. Diğer renkleri de başarılı. Ancak uzun süre rengini muhafaza etmede Montblanc mürekkeplerin biraz zafiyeti var.

Sheaffer’in Skrip’i de iyi mürekkeplerden biri.

Uzun süre kullanmayacağınız kalemlerinizin içindeki mürekkebi mutlaka boşaltın. Yok eğer unuttuysanız ve mürekkep kuruduysa sorun değil. Kaleminizi ılık suya batırıp, bir süre sonra içine su çekip boşaltın ve bu işlemi birkaç kez tekrarlayın.

Hemen temizlenecektir.

NOT: Bu yazı geçmişte kalemler üzerine yazdığım yazıların bir derlemesidir.

***

Ne demek gerici, ne demek ilerici!

Sevgili dostum Celal Şengör yaz dönemi çalışmaları için talebeleri ile birlikte Asos’taki yazlığında.

Onun bir cep telefonu olmadığı üstelik ikimiz de telefonla konuşmayı sevmediğimiz için arada mektuplaşıyoruz.

Son yolladığı mektubu sizlerle paylaşmak istedim:

“Sevgili Fatihciğim,

Birkaç gündür demokratiklikle ilgisi olmayan eski Alman Demokratik Cumhuriyeti’nde yayımlanmış jeoloji biliminin tarihçesi ile ilgili makaleler okuyorum.

Son derece ‘ortodoks’ Marksist bir görüş açısından yazılmış bu makalelerde eski bilimsel teoriler iki şekilde sıfatlandırılıyor: ‘Gerici’ ve ‘İlerici’ olanlar!

Düşündüm de, normal Avrupa literatüründe bu sınıflama hiç karşıma çıkmamıştı. Orada yazarları teorilerin ‘Doğru’ veya ‘Yanlış’ olması ilgilendiriyor ve ilgilendirmiş.

Bilimsel teoriler açısından ‘Gerici’ ve ‘İlerici’ terimleri anlamsız, hatta aptalca. Meselâ Newton’un teorisi, içinde Güneş Sisteminin duraylılığını temin etmek için bir ilâhi müdahale de bulunduran ve sonunda yanlışlanmış bir teoridir.

Şimdi Newton’a ve teorisine gerici mi demek lâzım?

Güneş Sisteminin duraylılığını temin etmek için ilâhi müdahaleye gerek olmadığını isbat eden, malûm, Laplace’tır. Pek, her türlü asâlet unvanının peşinden koşan, büyük matematik tarihçisi Eric Temple Bell’in ‘köylüden snoba’ diye vasıflandırdığı Laplace ilerici miydi?

Veya Einstein Newton’un teorisini yanlışlayıp bütün dünyada bilimin yıldızı olduğu zaman ‘benim teorim de yanlış, ama bakalım ne zaman bunu bulabileceğiz’ dememiş miydi? Şimdi Siyonist hareketine destek olmak için her çektirdiği fotoğraftan beş dolar alıp onları Siyonist lider Haim Weizmann’a gönderen Einstein’i de ilerici mi ilân etmemiz gerekiyor? Yoksa Siyonist olduğu ve üstelik ‘Tanrı zar atmaz’ dediği için gerici mi?

Bu gerici-ilerici ikilisi tipik bir Marksist terminolojidir ve dediğim gibi oldukça aptalcadır.

Dün Avustralya’daki deprem münasebeti ile gazetelere bakarken gördüm ki Cumhuriyet gazetesi vefat etmiş olan M. Şevki Eygi’nin ölümünü ‘gerici yazar öldü’ manşeti altında haber yapmış.

Vay sen misin ona gerici diyen, bu sefer de “Yobaz” olarak görebileceğimiz bir kitle ayaklanarak Cumhuriyet’e yüklenmişler.

Eminim onlara göre, Eygi ‘ilerici’ bir yazardı.

Ben bu ‘yobazlar arası savaşı’ gülerek okudum.

Türkiye toplumu, daha bilimsel fikir değerlendirmesi yapmayı öğrenemedi. Duydukları, okudukları fikirleri mensup oldukları dine uygun mu değil mi diye değerlendiriyorlar: Bu din İslam olur, Marksizm olur farketmiyor.

Bağımsız düşünme yerine şablona uydurma!

Cumhuriyet’teki yazarlar solcu olarak bilinirler ve herhalde kaçınılmaz olarak Marksizm dininin terminolojisini kullanıyorlar.

Şimdi ben de düşünmeye başladım: Jeoloji biliminin büyük isimleri Sir Charles Lyell, Eduard Suess, Emile Argand, ilerici miydiler, yoksa gerici mi? Alexander von Humboldt ise bu açıdan ciddî bir sorun: Ömür boyu ‘devrimcileri’ desteklemiş. Güney Amerika’daki İspanyol sömürgelerine bağımsızlıklarını kazandıran, hattâ bu yüzden Bolivya’ya adı verilen devrimci Simon Bolivar’ın yakın arkadaşı. Ama Prusya Kralının da dizinin dibinden ayrılmamış bir baron, tutucu bir aristokrat asker ailenin bir çocuğu olan bir homoseksüel. Teorilerinin çoğu yanlışlanmış, ama bugünkü ‘Dünya sistem bilimi’ denilen küllî bilimsel bakışın babası addedilen bir dâhî. Ne var ki, Schiller’e sorarsan, geveze bir sersem.

Şimdi Humbodt’u hangi kefeye koymamız gerekiyor? İlerici mi, gerici mi? Sen de bu konudaki düşüncelerini lûtfen bana yaz.

Sevgiler,

Celal”

***

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Köpeklerin sadık ama üretken olmayan canlılar olduğunu unutmadığımız zaman.

Erişilebilirlik Araçları