YÖK bu tabloyu nasıl açıklayacak?

Yeni sistemin ilk kabinesi açıklandığı zaman, toplumun geniş kesimlerinde olumlu karşılanan ve beklenti yaratan isim, hiç kuşkusuz Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk olmuştu.

Kimsenin dili Prof. Selçuk için kötü bir şey söylemeye varmıyordu.

Açık söylemek gerekirse, Bakan Selçuk bugün de ilk günkü kadar olmasa da hâlâ belirli bir krediye sahip.

Ancak içimden bir ses en büyük hayal kırıklığını burada yaşayacağımızı söylüyor.

Yine de umutları yitirmemekte fayda var.

Bakan Selçuk’u ilk ve ortaöğretim kadar üniversite alanında da kötü bir tablo bekliyor ve burada ne yapacağını merak ediyorum.

Sayılarla konuşmak gerekirse, en önemli meselelerden biri üniversitelerimizin kontenjan sorunu.

Burada elbette ki asıl sorun YÖK’te ve YÖK bu konuda sınıfta kalmış ama sonunda mesele Milli Eğitim’e dayanacak.

Yazalım da görelim birlikte:

• 2015 ve 2016 yıllarında üniversitelerde boş kontenjanlar sırasıyla yaklaşık 59.000 ve 60.000 olarak gerçekleşti. Daha önceki yıllarda da bu rakamlar çok farklı değil.
• 2017 yılında ise yaklaşık 911.000 olan toplam kontenjanın, ilk yerleştirmede 164.000 ön lisans, 52.000 lisans olmak üzere 214.000’i boş kaldı. Ek yerleştirme sürecinden sonra 211.000 ön lisans ve 111.000’i lisans olmak üzere toplamda 322.000 kontenjan, yani toplamın yüzde 35’i boş kaldı.
• 2018’de YKS’ye başvuran aday sayısı geçen yıla göre yüzde 5 artış göstererek 2.381.412’ye yükseldi. YÖK ise boş kalan kontenjan sorununu öğrencilerin tercih etmediği bölümleri kapatarak aşmaya çalıştı. 2017’de yaklaşık 437.000 olan ön lisans kontenjanları 82.000 (%19) azaltılarak 355.000’e düşürüldü, lisans kontenjanları ise yaklaşık 11.000 (%2) artırılarak 485.000’e çıkarıldı. Toplam kontenjan ise 71.000 (%9) azaltılarak 839.000’e indirildi.
• Buna rağmen 2018 yılında ön lisans ve lisans programlarında sırasıyla yaklaşık 39.000 ve 90.000, toplamda ise 129.000 yükseköğretim kontenjanı boş kaldı. Düşürülen 71.000 kontenjanı da eklersek yaklaşık 200.000 boş kalan kontenjan olduğu ortaya çıkar. Lisans programlarında kontenjan 11.000 arttırıldığı halde, 2017’ye oranla boş kalan kontenjan 39.000 artarak 90.000 oldu.

Değerli okurlar, yukarıda ortaya koymaya çalıştığım tablo büyük bir yanlışlığı işaret ediyor.

Bir yanda ciddi üniversite hamlesi, diğer yanda bu hamlenin hiçbir sonuç vermeyecek şekilde öğrencilere fayda sağlamaması.

Her ne kadar bu işin sorumlusu YÖK olsa da, artık politika belirleme işi Cumhurbaşkanlığı’nda.

Zaten bu amaçla oluşturulmuş kurullar da doğrudan Cumhurbaşkanı’na bağlı.

O zaman soruyu Eğitim Kurulu’na sormak lazım.

Yıllardır çözülmek bir yana giderek vahamet kesbeden “boş kontenjan sorununu” nasıl çözmeyi planlıyorsunuz ya da planlıyor musunuz?

***

Gezi ile ne alakası var!

Fransa’da bir süredir sokakları ateş topuna çeviren gösterilerle ilgili olarak Türkiye’de hayli hatalı değerlendirmeler yapılıyor.

Olaylar Türkiye’de 2013 yılındaki Gezi olayları ile paralellik kurularak değerlendirilmeye çalışılıyor. Elma ile bırakın armudu, çilek ne kadar birbirine benziyorsa, Gezi olayları ile Fransa’daki olaylar arasındaki benzerlik ondan bile azdır.

Her kalkışmayı, her protestoyu, her iktidar karşıtı eylemi aynı kefeye koyup değerlendirmek ise cehaletten öte bir şey değildir.

Türkiye’deki Gezi protestoları, en azından başlangıç itibarıyla demokrat, liberal, aydın ve iyi eğitimli kesimin başlattığı ve ekonomik nedenlere değil, özgürlük temeline dayanan bir hareketti.

Sonrasında burada “ekmek” gören bazı örgütler tarafından zıvanadan çıkarılıncaya kadar “temiz” bir mesaj içeriyordu.

Ancak birkaç gün içinde kimi siyasi örgütler ve kendilerine nereden aldıkları belli olmayan bir hakla “Gezi Heyeti” adını veren bir grup tarafından sahiplenilmeye kalkınca Gezi de ilk günlerdeki halini ve havasını kaybetti.

Fransa’daki olayların ise ne başlangıç ne de gelişme olarak Gezi ile uzak yakın alakası yok.

Birincisi her şeyden önce Fransa’daki olaylar “yaşam tarzına müdahale” talepli değil.

Daha çok ekonomik talepler üzerine kurulu.

Özgürlük talepli bir hareket ise hiç değil.

Solun, aydınların başlattığı ve destek verdiği bir mesele de değil.

Tam aksine, bütün Avrupa’da olduğu gibi aşırı sağın, neredeyse faşist olarak adlandırılabilecek grupların başını çektiği ve zıvanadan çıkardığı bir eylemler bütünü.

Temelinde çok ciddi bir yabancı karşıtlığı ve ırkçılık da hakim unsur olarak göze çarpıyor.

Fransa’daki olaylara katılanlarla ilgili yapılan bir araştırmada yanıt veren katılımcılar şu sonuçları veriyor:

Destek verenlerin;
Yüzde 13’ü yönetici ve üst düzey entelektüel
Yüzde 17’si orta gelirli profesyonel
Yüzde 27’si işçi ve çalışan
Yüzde 16’sı emekli

Katılımcıların son Cumhurbaşkanlığı seçiminde oy dağılımları ise şöyle:

Yüzde 20 Melenchon
Yüzde 9 Hamon
Yüzde 16 Fillon
Yüzde 5 Macron
Yüzde 42 Le Pen

Eğitim durumları da aşağıdaki gibi:

Yüzde 27 lise altı
Yüzde 25 lise
Yüzde 12 üniversite

Bu tablodan da Gezi mezi çıkmıyor.

Avrupa’daki başka bir sorun ortaya çıkıyor.

***

Böyle olsaydı benzeyebilirdi

Fransa’da meydana gelen olayları Türkiye’ye uyarlamak istersek ancak şöyle bir benzetme yapabiliriz.

Diyelim ki, Kemal Derviş Türkiye’de Cumhurbaşkanlığına seçildi.

Daha sonra uluslararası finans çevrelerinin istediği türde bir politika güttü.

Bu arada işsizlik rakamları yükseldi.

Türkiye’de göçmenler giderek etkin hale geldiler ve çok fazla talepte bulunmaya başladılar.

Ekonomi politikaları beklenen sonuçları vermedi ve ekonomide olumlu gelişmeler olmadı.

Bunun üzerine büyük bölümünü milliyetçilerin ve muhafazakarların oluşturduğu gruplar sokaklara dökülüp gösteri yapmaya, ortalığı yakıp yıkmaya başladılar.

***

Hayatı sosyal medyada sergilemenin bedeli

Kanal D Haber inanılmaz bir habercilik başarısına imza atarak, şarkıcı Sıla’nın Ahmet Kural’dan dayak yedikten sonra şarkı söylediğini ortaya çıkardı.

Sıla, dayağın ertesi günü olduğu iddia edilen bir tarihte, bir evde birkaç arkadaşı ile buluşmuş ve burada şarkı söylemiş.

Sıla’nın o gece yanında bulunan bir arkadaşı da birkaç yüz bin takipçili sosyal medya hesabına bu görüntüleri yüklemiş.

Kanal D Haber de bu görüntüleri alıp “Bakın bakın dayak yiyen kadın şarkı mı söylermiş, demek ki yalan söylüyor. Zaten dayak izleri falan da yok. Yakaladık işte yalancıyı” şeklinde bir haber yapmış.

Sıla ise “Ben orada ağıt yakıyordum” diyor.

Açıkçası ben Sıla’nın söylediklerine inanıyorum.

Büyük ihtimalle şikayetçi olması gerektiği fikri de o gece yapılan sohbetlerden çıkmıştır zannediyorum.

Ama ne olursa olsun bu görüntüler zaten Sıla’yı haksız görmek veya göstermek isteyen kişilerin işine gelecektir.

Sıla’nın haksız olduğuna inanmak isteyenler için geçerli bir malzeme olacaktır.

Buradan çıkarılması gereken ders ise hayatımızı sosyal medya ile afişe etmenin ne kadar tehlikeli ve gereksiz bir iş olduğudur.

En iyi niyetli paylaşımın bile kötülerin elinde nasıl bize ve sevdiklerimize karşı koz olabileceğinin kanıtıdır.

***

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Umudu kesmemek umudu kesmekten daha kolay olduğu zaman.

Erişilebilirlik Araçları