Vicdanınız sızlıyor mu?

Aynı şehirdeki askeri birliklerde, peş peşe iki zehirlenme vakası.

Hastanelik olan binlerce asker, bir de “yemek şehidi”.

TSK uzunca bir süredir, yemek işini “outsource” etmiş durumda.

Askerin yemeği yemek fabrikalarından geliyor.

“Patates soydum, 1950 damgalı sığır etlerini doğradım” geyiği askerlik anılarından çıktı.

Bunca zamandır kamuoyuna yansıyan büyük bir gıda zehirlenmesi haberi duymamışken, peş peşe iki olay, aynı şehirde aynı şirketin verdiği yemekte ortaya çıkıyor.

Ve ikinci olayla birlikte anlıyoruz ki, bir askerimizin “yemek şehidi” olduğu olaydan sonra zehirlenmeye sebebiyet veren şirketin sözleşmesi feshedilmemiş.

Askeri zehirlemeye devam etmesi için imkân sunulmuş.

Şimdi yeniden benzer bir zehirlenme meydana geldi. Allah’tan bu kez şehit asker yok.

Ve beklendiği şekilde, “Şirket FETÖ’cü, askerlerimizi bilerek zehirliyor” iddiaları ortaya atıldı.

Şirketin neci olduğunu bilmem.

Ama bildiğim bir şey var.

Bir askerimizin ölümüyle sonuçlanan ilk olaydan sonra TBMM’de bir grup milletvekili, “zehirlenmeye neden olan şirketin araştırılması için” Meclis’e önerge veriyor.

Ve bu önerge reddediliyor. Acaba o önergeyi reddeden milletvekillerinin vicdanı rahat mı?

Şirket o gün araştırılsa ve belki gerçekten “FETÖ’cü” olduğu ortaya çıksa da ikinci olayı yaşamasak daha iyi olmaz mıydı!

FETÖ’cü değilse bile sorumsuzluğu varsa bu belirlense ve anaların orduya emanet ettiği gençlerimiz bir kez daha ölümün kıyısında dolaşmasa vicdanlarınız daha rahat olmaz mıydı!

 

YÜRÜYÜŞÜN GAZI İKTİDARDAN

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun yürüyüşü başlangıçta pek de ciddiye alınmadı.

Açık söylemek gerekirse CHP seçmeni ve hatta iktidar muhalifleri tarafından bile pek ciddiye alınmadı.

CHP’liler, “Şimdi mi aklına geldi. Niye referandum öncesi ya da hemen sonrası yürümedin. Adalet vardı da dün mü yok oldu?” diyordu Kılıçdaroğlu’na.

CHP karşıtları ise “Kılıçdaroğlu yürüse ne olur, koşsa ne olur. Etkisi yok ki yürüyüşünün önemi olsun” diye bakıyorlardı konuya.

Ancak aradan geçen birkaç gün içinde Kılıçdaroğlu’nun yürüyüşü önem kazandı.

Bu kazanımın bir tek nedeni var.

AK Parti.

İktidar partisi sözcüleri, Kılıçdaroğlu’nun yürüyüşüne öylesine sert biçimde yüklenmeye başladılar ki, iktidara muhalif olan tüm kesimler, “Allah Allah, bu yürüşte bizim görmediğimiz, anlamadığımız bir önem mi var” diyerek yürüyüşe destek vermeye başladılar.

Yürüyüş bir anda ilgi odağı oldu; çünkü iktidar yürüyüşü kendi ilgisinin odağına yerleştirdi.

Ben AK Parti’nin böyle hatalar yaptığına pek şahit olmamıştım.

Zannederim, iktidar partisi bu yürüyüşün Gezi’ye çevrilmesi ihtimalinden çekindi…

Ya da belki tam tersine bu yürüyüşün “Gezileşmesini” istedi.

Çünkü Kılıçdaroğlu’nun yürüyüşünün “Gezileşmesi”, iktidarın “gevşeyen” saflarını sıkılaştırmasına, metal yorgunluğu olarak tanımlanan rehavetin partinin üzerinden atılmasına ve MHP ile oluşturulan safın güçlenmesine neden olabilirdi.

Hangisidir bilmiyorum.

Kimse merak etmesin veya beklentiye girmesin. Bu yürüyüşten Gezi çıkmaz.

Kılıçdaroğlu’nun çadırı veya karavanını yakacak bir FETÖ’cü çıkmazsa…

 

DESTİCİ BU ŞİDDETİ ENGELLEMELİ

MEMLEKET Kılıçdaroğlu’nun yürüyüşünü tartışırken, benim demokrasi ve insan hakları açısından Kılıçdaroğlu’nun yürüyüşü kadar önemli gördüğüm bir başka yürüyüş, yine tehdit altında.

LGBTİ’nin her yıl düzenlediği “Onur Yürüyüşü”.

Bu yürüyüş dünyanın her yerinde, daha doğrusu hukuk devleti diyebileceğimiz ülkelerin büyük çoğunluğunda her yıl yapılıyor.

Genelde siyasi anlamı yok.

Bazı ülkelerde şenlik, bazı ülkelerde ötekileştirmeye tepki olarak gerçekleşiyor. Siyasi anlamı da olabilir. Onda da bir mahzur yok.

Türkiye’de bu yürüyüş bu yıl da geçen yıllarda olduğu gibi tehdit altında.

Alperen Ocakları her yıl olduğu gibi, bu yıl da bu yürüyüşe izin vermeyeceklerini söylediler ve tehditkâr açıklamalar yaptılar.

Benim anlamakta zorlandığım, Alperen Ocakları’nın bu yürüyüşle niye bu kadar uğraştığı.

LGBTİ üyelerinin onlardan destek beklentisi yok.

Kendi aralarında bir yürüyüş yapacaklar.

Bundan kime ne? Bize ne, Alperenlere ne?

BBP Genel Başkanı Sevgili Mustafa Destici’den rica ediyorum.

Yürüyüşe medeni tepki göstermek Alperen Ocakları’nın hakkıdır, kimse karışamaz.

Ama bu yürüyüşe yönelik bir saldırı, kabul edilebilir değil.

Buna izin vermemeli.

Adım gibi eminim ki, Muhsin Yazıcıoğlu hayatta olsaydı, asla böyle saldırıya izin vermezdi.

 

BİR İFTARDAN İZLENİMLER

Cumartesi akşamı Huber Köşkü’nde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın iftarına katıldım, birkaç yüz gazeteciyle birlikte.

2013’ten bu yana Cumhurbaşkanı’nın hiçbir etkinliğine davetli olmamıştım.

Huber’e de yıllar önce Demirel döneminde bir kez gitmiştim.

O Huber Köşkü ile bu Huber Köşkü’nün alakası yok.

Yenilenmiş, büyütülmüş, bahçesi süper bakımlı olmuş, Köşk ise işlevsel hale getirilmiş.

Bahçesine şahane manzaralı bir de süs havuzu yapılmış.

Otomobilimizi otoparka bıraktıktan sonra golf arabalarıyla yemeğin yapılacağı yere getirildik.

Saat gibi işleyen bir düzen vardı.

Bir büyük masada Cumhurbaşkanı ve gazete-televizyon sahipleri otururken, yönetici ve yazarlar 20 kadar masaya dağıtılmışlardı.

Görebildiğim kadarıyla Sözcü ve Cumhuriyet hariç tüm gazetelerden davetliler vardı.

Cumhurbaşkanlığı danışmalarıyla sohbet ederken Huber’in çok değiştiğini ve çok şık hale geldiğini söyledim.

“Abdullah Gül döneminde yapılmış hepsi. Bizim dönemde hiçbir ekleme yapılmadı” dediler.

Sofralar abartılı değildi.

Dikkatimi çeken şık bardakların tamamında Cumhurbaşkanlığı forsu olduğu halde, tabak takımlarında fors olmamasıydı.

Bir diğer kendimce ilginç gözlemim, benim alıştığımın aksine çatalların sağa, bıçakların ise sola koyulmuş olduğuydu.

İftarlıklar lezzetli ama son derece sadeydi. Özellikle kuru patlıcan dolmasını çok beğendiğimi söyleyince yanımda oturan Murat Bardakçı, “Beştepe’deki yemekler daha iyi” dedi.

Cumhurbaşkanı iftara, oruçlar açıldıktan sonra katıldı. Öncesinde Katar’la ilgili bazı görüşmeleri varmış. Ezanın ardından namazını kıldıktan sonra yemeğe katıldı.

Doğan Grubu, başta patronu ve bazı yöneticileriyle Cumhurbaşkanı’na çok yakın olma çabası içindeydiler.

İktidara yakın medyadan, eski seyahatlerden tanıdığım arkadaşları uzun süredir görmemiştim.

Onlarla sohbet ettik biraz. Kendi mahallelerindeki tartışmalardan şikâyetçiydiler.

“Kavgaların fikirle, davayla hiçbir ilgisi yok. Tamamen kişisel çıkar için bu kavgaları çıkarıyorlar” diyordu hepsi.

Bu arkadaşların büyük bölümü sakal bırakmış. “Beyefendi sakal veya bıyık bırakmayanlarla dalga geçiyor, o yüzden bırakıyoruz” dediler.

Bu gazetelerden birinin çok sevdiğim genel yayın yönetmeni sakal ya da bıyık bırakmamış. “Evde istemiyorlar. Arada kaldım” dedi.

Bir diğer AK Partili gazeteci ise, “Bıraktım ama hanım isyan ediyor. Sonunda keseceğim mecburen” dedi. Oysa yakışmıştı sakal.

Cumhurbaşkanı müthiş bir sigara karşıtı olmasına rağmen, iftar sonrası kalabalık bir grup hemen sigara içmek için bahçenin gizli bir köşesine koştu.

Bunlar arasında daha önce defalarca sigarayı bıraktığını beyan edenler de vardı.

Hepsiyle dalga geçtim. Cumhurbaşkanı istedi diye sakal bırakanlar, belli ki sigarayı bırakamıyorlardı.

Türkiye’nin en iyi tekke musikisi yapan müzisyenlerinden oluşan saz heyeti yemek boyunca çok güzel bir musiki icra etti.

Murat Bardakçı bir ara heyete katılıp tanbur çalmaya başlamıştı ki, Cumhurbaşkanı Erdoğan kürsüye çıkıp konuşmasına başladı ve Murat’ın da hevesi kursağında kaldı.

Cumhurbaşkanı detayını önceki gün gazetelerden okuduğunuz sert bir konuşma yaptı.

Ardından da herkesle tek tek tokalaşarak geceyi noktaladı.

 

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Her şeyin aslına rücu ettiğini bildiğimiz zaman.

Erişilebilirlik Araçları