Fırçala bizi boya bizi

İNSAN değişmiyor.

“7’sinde neyse 70’inde de o” lafı boşuna değil.

Haliyle Cumhurbaşbakanı’mız da değişmiyor.

2002’de “Değiştim” dediği halde değişmeyen Tayyip Bey’in 2014’te “Değişmeyeceğim” diyerek çıktığı Ak Saray’da değişmesi beklenmiyordu zaten.

Değişmediğini, değişmeyeceğini ve değişmeye niyetlenmeyeceğini TÜSİAD toplantısında yaptığı konuşmada da gördük.

27 Ağustos’ta ne ise 18 Eylül’de de o.

Önce yumruklarını sıktı, TÜSİAD üyelerini kum torbası gibi dövdü.

Ananastan girdi, Gezi’ye uğradı, rafineriden çıktı.

“Ne yaptığınızı biliyoruz, hareketlerinizi izliyoruz” dedi.

Sopayı aba altından göstermedi, havada salladı.

Sonra da “Yumruk sıkma değil, el sıkışma zamanı” dedi.

Onca “fırçadan sonra ne demekse.

TÜSİAD’dan bir Allah’ın kulu da çıkıp “Sayın Cumhurbaşkanım, bize ananaslar gelirken aynı gruptan size de oy geliyordu, yargıda destek geliyordu. Biz ananas yerken, siz de bize ananas yollayanlara ‘Ne istediniz de vermedik’ diyordunuz. Ananas yemeyenin Ergenekoncu olduğu günlerdi. O günleri unuttunuz mu? En yakınlarınız Pennsylvania’dan çıkmıyordu o günlerde” diyemedi.

Bunları demek bir yana, Cumhurbaşkanı’nın konuşması bittiği anda hep birlikte ayağa kalkıp alkışladılar.

“Ne güzel benzettin bizi” dercesine.

Kimbilir belki de benzetilmekten keyif alıyorlardır.

Yoksa niye davet etsinler ki oraya…

Sınır Türklere ve Kürtlere kapalı

IŞİD, Şanlıurfa’nın hemen karşısındaki Kürtlerin yaşadığı Kobani’ye saldırdı.

Binlerce Kürt, kaçarak Türkiye sınırına dayandı.

Türkiye ne yaptı?

Sınıra asker dizdi ve Kürtlerin IŞİD ölümünden Türkiye’ye sığınmasına hemen izin vermedi.

Tepkiler üzerine bir gün sonra sınırı açtı.

Dikkatinizi çekiyor mu bilmiyorum, Güney sınırlarımızda garip bir “ayrımcılık” yapılıyor.

IŞİD’den Türkmen denilen Türkler kaçıyor.

Türkiye sınırı kapıyor, Türkmenleri kaderiyle baş başa bırakıyor.

IŞİD’den Kürtler kaçıyor, Türkiye sınırı kapatıyor, Kürtleri ölümle baş başa bırakıyor.

Ama kaçanlar Arap olunca, hele hele bir de Esad’dan kaçıyorlarsa sınır bir anda açılıyor, bırakın sınır tüm ülke onlara açılıyor, İstanbul’a kadar geliyor Araplar.

Sakın ola ki, ırkçılık yaptığımı düşünmeyin, yardıma muhtaç kim varsa el uzatmak gerek elbet.

Ama sınırda, yardıma bile ırkçılık yapılıyor ve Araplara uzatılan el, Kürtlere ve Türkmenlere katiyen uzatılmıyor.

Irkçılığı yapan ben değilim anlayacağınız.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yönetenler yapıyor.

Üstelik de Türkiye’de akrabaları bulunan Türklere ve Kürtlere karşı yapılıyor bu ırkçılık.

Sonra da Cumhurbaşkanı’mız ve Başbakan’ımız kalkıp “Barış süreci devam edecek” diyor.

Allah aşkına hadi biz Türkler zaten şuurumuzu, milliyet duygumuzu yitirdik.

Ama siz gerçekten Kürtlerin barış sürecine inanmasını bekliyor musunuz!

Rojava ve Kobani kabak gibi ortadayken…

Paris’te bir eylül günü

PARİS’teyim ve Paris’in gündemi bambaşka.

Fransız arkadaşımla yemek yiyoruz geldiği gün.

“Ne var ne yok Paris’te” diye soruyorum.

Ne Hollande’dan bahsediyor ne başka bir siyasi olaydan.

“Centre Pompidou’da muhteşem bir sergi var” diyor.

20. yüzyılın en devrimci sanatçılarından Martial Raysse’nin retrospektifi.

Amerikan kültüründen olmadığı için çok fazla tanınmaz Raysse.

Ama modern sanatı başka bir boyuta taşıyan en önemli isimlerden biridir.

“Gidilecekler” listesinin başına yazıyorum.

“Başka ne var?”

Grand Palais’de “Niki de Saint Phalle”.

O da listeye giriyor.

Zengin ailenin hem çok güzel hem çok avangart kızı.

20’li yaşlarında kendini sanata vermiş. Para pul umurunda olmamış.

Moda dergilerine kapak olacak kadar güzel, modern sanatı etkileyecek kadar başarılı.

Önce Martial Raysse’nin sergisine gidiyorum.

4 saat boyunca kendimden geçiyorum.

Bu kadar etkileyici bir retrospektif hayatımda görmedim.

1960’ların başında yaptıkları bugün için bile ilerici.

Küratör de Raysse’ye yakışacak bir iş çıkarmış.

Niki de Saint Phalle o güne sığmıyor.

Eretsi gün Grand Palais’deyim.

Raysse kadar etkileyici olmasa da müthiş.

12 yıl önce, 72 yaşında ölmüş bir kadın ama hâlâ capcanlı eserleri karşımızda.

Keyif müthiş.

Gaza geliyorum.

30 yıldır gitmediğim Montmartre’a çıkıyorum.

Aznavour’un da dediği gibi, Montmartre eski Montmartre değil, biliyorum.

Ama canım istiyor.

Bohemleri anmak için gidiyorum.

Bateau Lavoir’ın önünde diz çökmek, Picasso’nun, Chagall’ın, Modigliani’nin, Juan Gris’nin, Max Jacob’un, hepsinin aynı anda, aynı günlerde, aynı dönemde, dama akmasın diye Chagall’ın yağlıboya tablolarını kiremit gibi kullandıkları yeri bir kez daha görmek istiyorum.

Montmartre’ı dolduran turistlerin pek yüz vermediği ve belki de bilmediği o binanın önünde oturuyorum.

Ruhum huzur buluyor.

Neyin önemli, neyin önemsiz olduğunu içime sindiriyorum.

Sonra otele dönüyorum.

Hermes’in önünden geçerken gözüm takılıyor.

Türkiye’de havasından geçilmeyen tanıdık yüzler, içeride tezgâhtarlara bir çanta için şirinlik yapıyorlar.

Aynı dakikalarda kocaları TÜSİAD’da Tayyip Bey’den fırça yiyor…

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Değerli ile önemliyi ayırt edebildiğimiz.

Erişilebilirlik Araçları